23 Ocak 2016 Cumartesi

Prof. Dr. Mehmet Altan ile Karşılaştırmalı Avrupa Tarihi

Şaban Çaytaş - Mehmet Orkun Genç

Aydınlanma düşüncesinin günümüz Avrupa’sının dinamikleri oluşurken etkisi oldukça fazla. Günümüz de bu yönde nasıl bir kültürel etki görüyorsunuz?


Aydınlanma Çağı nedir diyecek olursak kilisenin egemenliğinin son bulması aslında Aristoteles’in bilim anlayışı yerine Bacon’ın bilim anlayışının, deneyin ve aklın öncülüğünde bilimin devreye girmesi, insanın odak noktası haline gelmesi, doğaüstü güçlerin egemenliğinden kurtulup insana dayalı olarak hayata bakan endüstriyel yapının devreye girmesi; sanayileşmenin hızlandığı, toplumsal yapının değiştiği, makineleşen ve toplum dinamizmini bunun üzerinden hızlandıran bir süreçtir Aydınlanma Çağı… Bugünkü Avrupa’nın temelinde insanlığın geçirdiği bütün bu aşamalar mevcuttur ama bu aşamalar gittikçe de hızlanıyor. Aydınlanma Çağı ile birlikte yaşam hızının bir ivme kazandığını görüyoruz; Ortaçağ düşüncesinin pozitif yanının netleşmesi ve bunun egemen hale gelmesi aydınlanma ile birlikte olmuştur. Aslında bu da Sanayi Devrimi sürecinin yeni yüzünü teşkil ediyor. Onun için bu düşünce Avrupa’nın kültürel değişimi gibi birçok alanda değişimi açısından çok önemlidir.




Feodal toplum düzenin çözülmeye başlamasıyla birlikte Avrupa’da ekonomik yaşam üzerindeki egemen zihniyetinde değiştiğini görüyoruz. Yükselen burjuva sınıfıyla birlikte çok çalışmak, yarını düşünmek anlayışı Avrupa ekonomisinde yerleşmeye başladı. Böylece başlayan  sanayileşme ve kapitalistleşme sürecindeki zihniyet değişikliğinin bugünkü Avrupa üzerindeki etkileri nelerdir?

Asıl olarak bu bahsedilen Protestan ahlaktır. Yani Hıristiyanlığın kendini yeniden revize ederek yeni bir yorum çıkarması ve topraktan (tarım) buhar makinesine geçiş sürecinde değişen toplumsal dinamiklerin öncülüğünde yapı değişiyor; üretim biçimi değişiyor, toplum değişiyor ve buna yeni bir yaklaşımla cevap verme ihtiyacı hissediliyor. Bu toplumsal dinamikler dinin tutucu yorumunu kırarak protesto mantığında yeni bir algı ortaya çıkıyor. Tasarruf etmek, hayatı ileriye atmak, zamanı ileriye atmak ve çalışmanın kutsal olarak kabul edildiği yeni bir yorumda sanayileşme de hızlanıyor. Aslında bakıldığında ilk Sanayi Devrimi’ni yapan en zengin bölgelerin Protestanlığı seçtiğini gözlemliyoruz. Bu aynı zamanda önemli bir soruyu beraberinde getirir: Onlar Protestan oldukları için mi zenginleştiler, yoksa zengin oldukları için mi Protestan oldular? Aynı zamanda Sanayi Devrimi’nin kültürel çimentosunu da Protestan ahlak yapmaktadır. Bugün bir başka noktaya geldik. O Protestan ahlakın, sanayileşmenin ve 20. yy değerlerinin çözüldüğü; yerine yenisinin arandığı, kol gücünün yerini beyin gücünün aldığı, inovasyonun rekabeti belirlediği, yeni buluşların çağı şekillendirdiği ve eski kuralların yenilerine cevap vermediği başka bir yapı ortaya çıkıyor. Protestan ahlak aslında temel bir konudur. Kültürel çimentoydu ama bugün geçerli değildir. Bunu Küresel Vicdan adlı kitabımda inceleyip cevap bulmaya çalıştım. Temel soru şuydu, aslında tutkal görevi gören bu Protestan ahlakın işlevi kaybolduğundan yerine ne gelecek? Özellikle bu işlev kayboluşunu yeni nesillerde çok görüyoruz. Çalışarak hayatını devam ettirme derdi yok, yani iyi yaşamak isteyen fakat bunun bedelini ödeme konusunda sıkıntıları olan bir yapı ortaya çıkıyor. Çalışma şartları ve çalışma koşulları gibi değişen koşullarla Protestan ahlak tutkal görevini bugün yitirdi fakat Sanayi Devrimi döneminde tutkal görevi görmekteydi.

Konfederasyonken Bismarck ile birlikte imparatorluğa dönüşüm sürecinde Almanya ekonomisi ne yönde değişti? Yine aynı süreçte sosyal birlikteliğin temelleri nasıl atıldı? 1. Dünya savaşında yenildiği halde çok kısa sürede tekrar ayağa kalkıp II. Dünya Savaşına girecek ekonomik ve teknolojik alt yapı nasıl oluşturuldu?

Almanya en geç devletleşen ülkelerden biridir. Ulus devletleşme süreci en geç tamamlanmış devletlerden biridir. Bu bir avantaj mı dezavantaj mı diye bakıldığında belki de bölgelerin kendi dinamikleriyle oluşan bir zincirin, gecikmiş bir ulus devletle kendini daha iyi ifade edebildiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Aynı çizgi içinde buharlaşmayıp farklı enerjilerin daha geciken bir zamanda bir araya gelmelerinin avantajı olduğunu düşünüyorum. Tabi bu bağlamda Almanya ile feodalite ilişkisine de bakmak gerekiyor. Çünkü feodalitenin aşamaları her ülkede aynı yaşanmıyor. Bu ülkelerin ilişkilerini değerlendirdiğiniz vakit daha farklı şeyler karşınıza çıkacaktır. Alman dinamizmi ise daha çok düşünce yöntemi ile bağlantılıdır. Metoduyla, davranış kalıplarıyla, farklı kültürlerin harmanıyla o topluma giydirdiği elbise ile de bağlantılıdır. Fakat ben en büyük etkiyi piyasa ekonomisi yerine sosyal piyasa ekonomisini seçerek kapitalizmin farklı bir versiyonu olan dayanışmacı kapitalizmin oluşunda görüyorum. Aynı zamanda Almanya’da gecikmiş devletleşmeden dolayı farklı gelişmişlik düzeyleri vardı. Örneğin Bavyera ile Ren bölgelerinin gelişmişlik düzeyleri ve dolayısıyla hayat üslupları farklıydı. Zamanla farklı düzeyde kalkınmış bölgeler arasındaki farklar giderildi ve ileri bir üretim düzeyinde buluşuldu. Daha sonra Schröderle birlikte dayanışmacı kapitalizmden kopup Anglosakson bir kapitalist düzen oluştu. Almanya’nın son dönemdeki başarıları olağanüstüdür. Belki de bunu gecikmiş bir ulus devletin başarısı ya da avantajı şeklinde yorumlamak doğru olacaktır. 

Özellikle 19.yy ikinci dönemi ve 20.yy başlarında Türk düşünürleri ve yöneticilerinin Alman etkisinde kalmasının başlıca nedenleri nelerdir sizce?

Tarihsel sürece ekonomik açıdan, ekonomik faaliyetlerle bağlantılı olarak baktığımız vakit ülkelerin etkilerinin artıp azaldığını görüyoruz. Biz Almanya’nın yükselen yıldız olduğu süreçte Alman etkisine girmiştik. I. Dünya Savaşı sırasında yenilmiş sayılmamızın sebebi de budur. II. Wilhelm döneminde Almanya’nın Ortadoğu politikalarını Türkiye üzerinden oluşturma çabaları artan ordusal ve ekonomik ilişkiler Alman etkisini arttırdı. Fakat daha sonra II. Dünya savaşında Almanya’nın yenilmesiyle Türkiye’deki anlayış da Anglosakson bir anlayışa doğru evrildi. Sonuç olarak ekonomik ilişkilerin artması bu alanlara edilen nüfuz ile aynı doğrultuda ilerliyor.

Viyana kongresi ile Avrupalı devletler ilk kez ortak bir diplomasi etrafında buluşmaya başladı. Bu bağlamda Avrupa Uyumu (Concert of Europe) işlevselliği ile AB kuruluş ve genişleme süreci arasındaki bağlantıyı nasıl ele alabiliriz?

Avrupa Birliği, Avrupa’nın pazar paylaşımının, kan ve gözyaşından oluşan yapının, zaman içinde üretim biçimi ve toplumsal yapının çağ değişimi ile birlikte dönüşmesiyle yeniden örgütlenmesidir. Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı ulus devlet anlayışı 200 yıl sürmüştür. Sermayenin etkinliğinin yerini inovasyon almaya başlayınca; araştırma-geliştirme (AR-GE) faaliyetlerinin artması dahilinde teknolojinin çok hızla değişmesi ve gelişmesi sonucunda toplumsal yapı kendini yeniden örgütlemiştir. Ulus devletler, ulus üstüne doğru bir merhaleye geçmişlerdir. Şimdi ise bunun sıkıntılarını çekmektedirler. Ulus devletlerin oluşumunu sağlayan burjuvazinin yerini inovasyonun aldığı, yeni Bill Gates’lerin olduğu bir dünyada toplumsal yapı değişiyor. Aynı zamanda çalışma koşulları ve çalışma şekli de değişiyor. Sermayenin önemi azalıyor ve böyle bir yapı da yeni bir toplumsal örgütlenmeyi beraberinde getiriyor. Böylelikle ulus devletlerden ulus üstü bir biçime evriliyoruz. Vatan, milletin önemli olduğu bir yapıdan, insanın önemli olduğu bir yapıya geçiyoruz. Yeni yöntemlerle yapılan bir buluş, çok büyük bir zenginliğe sebep oluyor. Artık kol gücü, sermaye, fabrika gibi temel üretim faktörleri değil, insanın buluşu dünyanın merkezine oturuyor. Bunların sonucunda da insanın kutsal olduğu bir yapı ortaya çıkıyor. Buna da ulus-üstü örgütlenme diyoruz.

1. Dünya Savaşının sonrasındaki savaş olgusunun dönüşümü ve beraberindeki güvenlik çalışmaları çerçevesinde AB’nin kuruluş sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca Avrupa’nın özellikle 2. Dünya savaşından sonra yoğun olarak yaşadığı -çeşitlilikle bütünleşme- birlik sürecini Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu sistem doğrultusunda açıklayabilir misiniz?


Avrupa Birliği’nin kuruluş nedenlerine hangi pencereden baktığınız çok önemlidir. Baktığınız açıya göre farklı sonuçlara ulaşabilirsiniz. Kol gücünün yerini artık insanın buluşunun alması gibi günün koşullarına göre yeniden örgütlenme olarak görmekteyim Avrupa Birliği’ni… Nasıl ki sanayi öncesi toplumda ya da sanayi toplumunda insanların örgütlenme biçimleri değişen yapıya göre biçimleniyorsa Avrupa Birliği de aynı biçimde değişen yapıya göre oluşmuş yeni anlayışın, küreselleşmenin gereğine uygun bir süreç yaşıyor. Teknoloji hayatı değiştiriyor. Tüm bunların cevabını teknolojik değişmeler üzerinden algılamak ve anlatmak daha işlevseldir. Aslında teknolojinin gelişmesini etkileyen faktör de fizik biliminin daha da derinleşmesidir. Fiziğin ne kadar değiştiğini görürsen teknolojinin de o kadar ilerlediği gözlemleyebiliriz. Örneğin fizikte kat edilen yollar insanı öyle bir çağa götürüyor ki uzay çağı gibi bir sürece gidiyoruz. Tarihsel düzlemde incelediğimiz zaman insanlığı iki aşamada ele almak lazım: Birincisi denizlere hâkim olunduğu dönem şimdide uzaya yani evrene hâkim olmaya çalıştığı dönem. Tabii bunların hepsi toplumsal yapıyı derinden etkilemekte ve örgütlenme biçimlerini değiştirmektedir.

16. yy’de Osmanlı Devleti’nin kapitalistleşememesiyle Türkiye’nin AB üyesi olmaması birikmiş bir döngü olarak düşünülebilir mi?


Elbette birebir bir bağlantı var. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki toprak düzeni feodaliteden çok uzaktır. Sermaye birikimi yapılmasının engellenmesi, devletin merkeziyetçi anlayışı gibi birçok neden sıralayabiliriz. Toprağın kullanım hakkı noktasında ise bir çift öküzün sürebildiği yer kadar bir alan köylüye veriliyor. Bu bir artık yaratmıyor, zenginleşme oluşturmuyor ve dolayısıyla bir burjuva sınıfı ortaya çıkarmıyor. Aynı zamanda işçi sınıfı da oluşmuyor. Bunların sonucunda da ortaya kendi dinamikleri ile kendi içinde gelişen, dönüşen bir ülke ekonomisi oluyor. Osmanlı’da sistemin ilahi olması da karşı bir duruş sergilemek için imkânsız oluyor. Onu eleştirdiğin zaman günahkâr konumuna düşüyorsun. Yine mutlağın çok kutsal sayıldığı aynı zamanda mevcudun değişimini isteyenin tehdit olarak kabul edildiği bir ortam gözlemliyoruz. Sosyal değişmeleri engelleyen, statükoyu korumak için çok ağır yaptırımlar getiren bir anlayışın evrilmesi çok gecikiyor. Tarihsel olarak baktığımız zaman modern anayasanın başlangıcı Avrupa’da Manga Carta ile 1215’tir. Bizde padişahın egemenlik haklarını bir ölçüde geçici olarak daraltması 1800’lerin başında Sened-i İttifak ile gerçekleşmiştir. Gerekçesiz insan tutuklanamaz 1600’lerin sonunda Avrupa’ya gelmişken, bizde Tanzimat ile gelmiştir. Bugün ise hukuksuzca insanların yargılanabileceği bir noktaya gelinmiştir. Matbaa Avrupa’da 1425’dir. Bizde ise 1750’dir. Buranın dinamiklerinin çok yetersiz olduğunu, gereken zıplamaları yapamadığını ve bu çabaların da resmi algı tarafından iyi karşılanmadığını görüyoruz. Bu yapının bugünkü Avrupa Birliği’ni geriden seyretmesini doğuran bir zihniyet olduğunu görmek lazım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder