5 Mayıs 2015 Salı

Prof. Dr. Raşit TÜKEL İle Demoratik Üniversite Üzerine

Ünal ÇELİK - Ayda SEZGİN



12 Eylül 1980 sonrası üniversitelerde yaşanan dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biliyorsunuz, 12 Eylül sonrasında 6 Kasım 1981 tarihinde Yüksek Öğrenim Yasası çıktı ve Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) kuruldu. Aslında YÖK'ün en önemli işlevi devletin üniversiteleri kontrol altına almasıydı. Tabii kontrol altına almak dediğimizde, öncelikli olarak akademik özerklik alanının daraltılması söz konusu oluyor. Artan biçimde denetim altına alınan üniversitelerin kendini yönetmesi ise giderek imkansızlaşıyor. Bunun en somut göstergesi rektörlük seçimleri. Çünkü atama seçim sonuçlarına bağlı kalmadan gerçekleştiğinde, sizi atayan merciyle ilişkiniz işin en başında belirlenmiş oluyor. Onun talepleri karşısında bağımsız davranmanız giderek zorlaşıyor ya da mümkün olmuyor. Tabii o zaman da, iktidarın ya da onun temsilcilerinin üniversiteyle ilgili düşündüklerinin gerçekleştirilmesi gündeme gelebiliyor. Oysa ki üniversiteyi üniversite yapan en önemli özellik akademik özerklik, yani bağımsızlık ve kendi kendini yönetebilmedir. Bunun ilk aşaması da rektörlük seçimi.
Buradaki mensuplardan kastedilen sadece öğretim üyeleri midir?
Evet, şimdiki yasalara göre öğretim üyeleri. Ama bu uygulama olması gereken değil tabii ki. Çünkü üniversitede sadece öğretim üyeleri yok. Öğretim üyeleri dışında, araştırma görevlileri, öğrenciler, idari personelin de oy hakkının olması gerekir. Çünkü tüm bu bileşenlerin içinde yer aldığı bir üniversiteyi yönetiyorsunuz, sadece öğretim üyelerinin değil tüm üniversitenin rektörü oluyorsunuz. Ancak mevcut yasalara göre biliyorsunuz sadece öğretim üyeleri oy kullanabiliyor. Bu sistemde de kullanılan oya, seçimin sonuçlarına, diğer bir ifadeyle öğretim üyelerinin iradesine bağlı kalınmadan sıralama YÖK tarafından değiştirilebiliyor ya da Cumhurbaşkanı tarafından sıralamaya bakılmadan bir atama yapılabiliyor. Bu da daha sürecin en başında, akademik özerkliği daraltan ya da giderek ortadan kaldıran bir durum. Aynı zamanda bilimsel özgürlükler de giderek ortadan kayboluyor. Bilimsel özgürlük dediğimiz zaman, bir araştırmacının bilimsel gerçekler, nesnel temeller üzerinde araştırma yapması ya da çağdaş gelişmeler ışığında bir eğitim programı ya da müfredat oluşturması, bilimsel araştırmalardan edindiği sonuçları özgürce yayabilmesini anlıyoruz ve bu durumun da giderek ortadan kaybolduğunu görüyoruz. Çünkü kadro dağıtımları adil bir biçimde yapılmıyor. Atamalar liyakat temel alınarak gerçekleştirilmiyor. Atama ve yükseltmelerde de sizin rektöre ya da üniversiteyi yönetenlere yakınlığınız belirleyici olabiliyor. Bunların bir sonucu olarak da üniversitelerde hiyerarşik bir yönetim biçimi oluşturuluyor. Yukarıda atanan bir rektör, onun seçtiği dekanlar, yüksekokul müdürleri ve yukardan aşağıya bir ast-üst ilişkisi altında yönetilen bir üniversite. Oysa ki üniversitelerde yatay ilişkiler geliştirilmelidir. Bilimin, bilginin üretilmesi ast-üst ilişkisinin hakim olduğu bir ortamda gerçekleştirilemez. Bu tür bir yapılanmanın en önemli eksikliklerinden biri katılımcılık. Tüm üniversite bileşenleri kendilerini ilgilendiren konularda kararlara katılabilmelidir. ''Katılabilmeli'' derken, öncelikle bunun ortamının, mekanizmalarının oluşturulması gerektiğini belirtmek isterim. Örneğin, yönetime yakın öğrencilerin bazı kurullara katılabiliyor olması, öğrencileri temsil ettikleri anlamına gelmiyor.
Ya da Öğrenci Temsil Kurumu seçimlerinin duyurusunun çok yapılmadan, belli saatlerde ya da belli kişileri haberdar edilerek, diğer öğrencilerin haberi olmadan yapılan seçimler olabiliyor. Bunun ilerleyen süreçte daha büyük bir yansıması olarak 2010 yılında Öğrenci Kültür Merkezi'nin (ÖKM) kapatılması gibi bir durumla da karşı karşıyayız. Öğrencilerin üretim yapabilecekleri yegane alan olan ÖKM dönemin rektörü tarafından ''Yer yok'' bahanesiyle kapatılabilmişti. Bunun sonrasında dönem başında şimdiki ''Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi'' (AUZEF) olarak kullanılan binada tiyatro çalışmaları yapan arkadaşlarımızın sahnesi bir gece operasyonuyla dışarı atılmıştı büro yapılacağı gerekçesiyle. Ya da öğrenciler için temin edilen taş odalar öğrenci kulüplerin teslim edileceği söylenmesine rağmen okul birimlerine veriliyor. Fakat bu yapılan yerler başlangıçta öğrenci kulüplerinin faaliyet yapması için yapılan alanlar olarak gösteriliyordu. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz ?
Öğrenciler için yaşam alanları, sosyal, kültürel faaliyetlerini yapabilecekleri alanlar giderek ortadan kaldırılıyor. Aldığı kararlar gösteriyor ki, üniversite yönetimi bunların gerekliliğini bile kabul etmiyor. Bu tür alanlar bazen gerekçesiz biçimde kaldırılıyor. Bazen de daha çok öğrenci almak için mekan yaratmak isteniyor. Halbuki daha çok öğrenci daha büyük üniversite anlamına gelmiyor. Sizin öğrencilerinize ne sunduğunuz, ne kadar çağdaş ve öğrenci merkezli bir eğitim verdiğiniz, ne kadar yaratıcı, sorgulayan, eleştirel düşünceyi öne çıkartan bir eğitim ortamı oluşturduğunuz, sosyal, kültürel faaliyetler için ne kadar alan açtığınız önemli olan. Üniversite yönetiminden beklenen de, bu tür faaliyet alanlarını, bırakın kapatmayı, daha nasıl geliştirebileceğini, yeni kanalları nasıl açabileceğini düşünmesi, bunları hayata geçirmesi. Kararların üniversite bileşenlerinin gereksinimleri dikkate alınmadan, merkezi bir biçimde alındığı bir yapılanma, sadece öğrenciler için değil, her kesim için farklı sıkıntılara neden oluyor. Örneğin, araştırma görevlilerinin bir 50/d sorunu var. Bu arkadaşlarımız güvencesiz bir kadroda çalışıyorlar, fakülteyle ilişkileri bir süre sonra kesilebiliyor. Üniversitemizde güvencesiz olarak, işini kaybetme tehditi altında 3000'den fazla taşeron işçi çalışıyor. Bu nedenlerle demokratik bir seçim ortamından başlayarak tüm üniversite bileşenlerinin karar süreçlerinde yer alabilecekleri mekanizmaların oluşturulması çok önemli. Seçimle değil atamayla gelen bir rektörün, yönetim kademelerine kendi ekibini yerleştirerek üniversiteyi hiyerarşik bir düzen içinde yönetmeye kalkması, sorunların çözümüne katkı sağlamadığı gibi, birçok yeni soruna neden oluyor.
Sizden önceki dönemde yani Yunus Söylet'İn rektör olduğu dönemde üniversitenin genel yapısını nasıl yorumluyorsunuz? Az önce tepeden inen, atama usulü bir yönetimden bahsettiniz. Ama bundan önceki rektör bir seçimle iş başına gelmişti. O zaman yapılan seçimde siz ikinci olmuştunuz. Bir önceki seçimde ikinci oldunuz, sonraki seçimde rekor bir oyla seçildiniz. Bu iki dönem arasında yaşanan değişimi nasıl açıklıyorsunuz?
Rektör atamasının seçim sonucuna bağlı kalınarak yapılması çok temel bir nokta. Ancak, bir kişinin en yüksek oyu alması üniversiteyi en iyi şekilde yöneteceği anlamına gelmiyor. İstanbul Üniversitesi de dahil olmak üzere birçok üniversitede rektörlük için adaylıklar açıklanırken, iktidarla, karar vericilerle, atamayı yapanlarla ilişkiler öne çıkartılıyor. Bu ilişkiler bir avantaj gibi sunulabiliyor. İktidara yakın olduklarında sanki üniversiteye daha çok hizmet verebilirlermiş gibi bir anlayış ortaya koyuyorlar, bu tarzda bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Öğretim üyeleri de seçimlerde bu tür bir algılamaya uygun biçimde davranabiliyorlar. Bunun bir yanılgı olduğu çok açık. Yunus Söylet örneğinde bunu gördük. Sonuçta siz iktidarla yakınlığınızı öne çıkartarak seçime girip yine bu yakınlık üzerinden atandıysanız, en yüksek oyu da alsanız bağımsız kararlar veremiyorsunuz. O yakınlık atanmak açısından bir avantaj sağlarken, sonrasında üniversite için bir dezavantaj oluyor. Çünkü üniversitenin çıkarına olan şeyi değil, yukarıdakilerin sizden istediği şeyi yapmaya başlıyorsunuz. Seçim sürecinde bunları çok vurguladık. Veterinerlik Fakültesinin eğitim-uygulama çiftliği TOKİ'ye devredilebiliyor ya da botanik bahçesi Diyanet'e verilebiliyor. Bu tür yeni anlaşmaların yapılabileceğini, benzer uygulamaların önümüzdeki dönemde giderek artacağını öngörüyoruz. Şeffaflık olmadığı için de, siz yönetimin hangi kararları aldığını, bunları hangi aşamalardan geçerek uygulamaya koyduğunu ancak gerçekleştikten sonra öğrenebiliyorsunuz. O zaman da iş işten geçmiş oluyor. Bu durum sadece İstanbul Üniversitesi’ne özgü değil, birçok üniversitede benzer süreçler yaşanıyor.
Konusu açılmışken buradan hareketle Demokratik Üniversite Girişimi'nin kuruluş sürecini de anlatırsanız..
Evet, onu da anlatayım. Demokratik Üniversite Girişimi'nin öncesine, yani 2012 yılına, hatta biraz daha geriye 2011 yılına gidelim. 31 Ocak 2011 tarihi üniversite hastaneleri için önemli bir tarih. Çünkü bu tarihte tam gün diye bilinen ancak gerçek anlamda tam günle ilişkisi olmayan performansa dayalı ödeme sistemi üniversite hastanelerinde uygulanmaya başlandı. Bu aynı zamanda, 300 öğretim üyesi olarak bir araya geldiğimiz, cübbelerimizle İstanbul Üniversitesi merkez binaya yürüdüğümüz ve rektörle görüşme yaptığımız tarih. Ondan sonra da çeşitli eylemlerimiz oldu; yürüyüşler, basın açıklamaları yaptık. Ancak, bildiğiniz gibi, ''Sağlıkta Dönüşüm'' süreci diğer alanlarda olduğu gibi, üniversitelerde de bizim tüm çabalarımıza ve diğer birçok çabaya karşın devam etti. Biz o süreçte tıp fakültesi öğretim üyeleri olarak, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) ve taşeron işçiler ile birlikte bu eylemleri yapmıştık. 2012 yılında rektörlük seçimi gündeme gelince, üniversite mücadelemizin bir aşaması olarak içimizden birinin aday olmasına karar verdik. O dönemde kendimizi ''İstanbul Üniversitesi Tıp Fakülteleri Öğretim Üyeleri Girişimi'' olarak tanımlıyorduk. O dönemde yaptığımız toplantılar sonucunda ben aday gösterildim. Adaylık kararını verme aşamasında tıp fakülteleri dışındaki kesimlere ulaşmayı gerçekleştiremedik. Diğer fakültelerle bağlantılar seçim çalışmaları sırasında gerçekleşti. Seçim sürecinde çalışmalarımızı birlikte yürüttüğümüz çeşitli fakültelerde öğretim elemanı ve idari personel olan arkadaşlarımızla seçim bittikten sonra bir araya geldik ve birlikte mücadeleye devam etme kararı aldık. Kendimizi bu yeni dönemde ''İstanbul Üniversitesi Demokratik Üniversite Girişimi'' olarak tanımladık. Böylece daha önceleri tıp fakülteleriyle sınırlı olan mücadelemiz, seçim süreciyle birlikte tüm İstanbul Üniversitesi'ni temsil edecek bir genişliğe ulaşmış oldu. Bu yeni yapılanma içinde çeşitli etkinliklerimiz oldu. Kimi zaman üniversite sorunları üzerine konferanslar, paneller düzenledik. Kimi zaman çeşitli baskılara maruz kalan öğretim elemanlarının yanındaydık. Örneğin, iki araştırma görevlisi arkadaşımız öğrencilere konuşma yaptığı için soruşturma geçirmişlerdi. Onlara destek olduk. Öğretim elemanlarının hak kayıpları söz konusu olduğunda, onlarla dayanışma içine girdik. Botanik bahçesinin 2013 yılında Diyanet'e verilmesi gündeme geldiğinde imza topladık, yürüyüş yaptık. Tıp fakültelerindeki öğrenci kontenjanı sorunu son dönemin öne çıkan konularından biri oldu. Aslında, birçok fakültede benzer bir kontenjan sorunu yaşanıyor. Farklı olarak, tıp fakültelerinde öğrenci kontenjan sayılarını artırma, hekim sayısını artırmak, hekim emeğini ucuzlatmak için sistemli bir politika olarak uygulanıyor. Tıp fakültelerinin alt yapı olanakları değişmezken, öğrenci kontenjanlarının her yıl yüzde yirmi artırıldığına tanık oluyoruz. Amfiler değişmiyor, hatta deprem riski nedeniyle yıkılan binalarımız var, ama öğrenci sayımız artıyor. Bu konuda paneller yaptık, imza topladık. Ayrıca, çeşitli fakültelerde yaşanan sorunları tespit ettik ve rektörlüğe dilekçe vererek bunlara yanıt talep ettik. İstanbul Üniversitesi Demokratik Üniversite Girişimi olarak etkinliklerimizi sürdürürken, karşımıza rektörlük seçimi çıktı. Biz seçime yönelik bir çalışma içinde değildik.
Seçim odaklı kurulan bir yapı değil yani?
Hayır değil. İlk bir araya geldiğimizde bunu özellikle vurguladık. Seçime yönelik bir çalışma içinde olmadığımızın altını çizdik kendi aramızda. Yunus Söylet'in milletvekilliği aday adaylığı için istifası gündeme gelince, seçim gündemimize girmiş oldu. Biliyorsunuz, 28 Şubat'ta YÖK Yürütme Kurulu, Genel Kurulu bile beklemeden 12 Mart’ta seçim kararı aldı. Bu bilgi bize 2 Mart'ta geldi. Arada sadece on gün süre vardı, hatta daha bile kısa. Kısa bir süre içerisinde seçim çalışmasına başlamak gerekiyordu. Biz daha önceki ilişkilerimiz ve etkinliklerimiz nedeniyle bunu hızla gerçekleştirebildik. Hemen bir basın açıklaması yaptık. Kendi aramızda yeniden aday belirledik. Arkadaşlar benim aday olmamı uygun buldular. Ardından da 4 Mart'ta bir basın açıklaması yaparak adaylığımı ilan ettik. Bu kısa sürede tüm fakülteleri dolaştık. Seçim çalışmalarımız sırasında savunduğumuz temel üniversite değerlerine yoğun bir ilginin olduğunu farkettik. Savunduklarımız, bildiğiniz gibi, akademik özerkliğin, bilimsel özgürlüklerin, katılımcılığın, şeffaflığın olduğu demokratik bir üniversiteydi. Her kesimin karar süreçlerinde söz sahibi olması gerektiğini söyledik. Ayrıca, oylarımızın arkasında olacağımızı, eğer en yüksek oyu alıp da atanmazsam, bu konudaki ısrarımızı sürdüreceğimizi belirttik. Çünkü birçok öğretim üyesinde ''seçime gideceğiz de ne olacak?” düşüncesi vardı. Bu ciddi bir sorun aslında. Öğretim üyeleri genel olarak verdikleri oyların rektör atanmasına bir etkisinin olmamasından rahatsızlar. Biz kime verirsek verelim, onlar bildiğini atıyor nasılsa, düşüncesi hakim. Bu aşamada birçok öğretim üyesini oy vererek üniversite mücadelesine katılma konusunda ikna ettik. Gerçekten de seçimde en yüksek oy almayı bekliyorduk. Ziyaret ettiğimiz bölümlerde öğretim üyeleri bize bunu hissettirdi. Diğer yandan, tüm üniversitelerin sorunu olan bu antidemokratik seçim sistemini ülke gündemine de taşımış olduk. Bu önemliydi; çünkü şimdiye kadar üniversitelerde seçim sonuçlarına ses çıkaran olmamıştı. Kişisel düzeyde rahatsızlıklar yaşanıyordu mutlaka, ancak buna güçlü bir söylemle karşı çıkılmamıştı. Bu şekilde uygulandığında seçimlerin anlamsızlığına, demokratik bir seçim sisteminin oluşması için de mücadelenin önemine vurgu yaptık.
Peki bu atanmama sonrasında, işte o dediğiniz oylarımız sahip çıkıyoruz meselesinde akademinin verdiği oya, kendi iradesine yeteri kadar sahip çıktığını düşünüyor musunuz?  Örneğin ilk günlerde kimi imza kampanyaları düzenlendi. 15000 in üzerinde imza toplandı ya da verilmiş 1202 oy var ki bu oy YÖK tarihinde alınmış en yüksek oylardan bir tanesi. Ama yapılan eylemliliklerde alanda olan öğretim üyesi sayısı bunun çok daha altında.
Bize oy veren her kişinin orada eylemde olmasını beklemek aşırı bir beklenti olurdu açıkçası. İnanıyoruz ki bizler o eylemleri yaparken çeşitli nedenlerle eylemlere katılmayan birçok kişinin gönlü bizimleydi. Bir duygu birlikteliği yakalanmıştı. Bu eylemleri bütünü temsil ettiği oranda anlamlı buluyorum. Böyle bir temsilin de sağlandığını düşünüyorum. Eylemlerde taşeron işçisinden idari personele, öğrenciden öğretim elemanına kadar tüm bileşenler, azımsanmayacak oranlarda temsil edildiler. Bunlar anlamlı olsa da, yeterli değil tabii ki. Sürdürülmesi gereken bir mücadele hattı, söz konusu olan. Bizim seçim sonrasında yaptığımız en önemli şey, oylarımıza, dolayısıyla üniversitemize sahip çıkmak oldu. Bundan sonra benzer duyarlılıkların diğer üniversitelerde de oluşmasını bekliyoruz.

Peki eğer atanmış olsaydınız yani yapılan atama üniversitenin iradesini yansıtan bir atama olsaydı yapacağınız ilk uygulama ne olurdu, üniversiteye dair?                                                               
Tabii o zaman seçim sonucuna bağlı kalınmış olacaktı. Seçimi bu kadar önemsiyorsak, ilk yapacağımız idare görev dağılımının demokratik bir biçimde seçimle yapılmasını sağlamak olacaktı. Dekan atamalarını seçim sonuçlarına göre yapacaktık. Müdürlükler de aynı şekilde... Tüm akademik ve idari  kurulların demokratik bir biçimde çalıştırılması, kararların yukarıdan aşağı değil de tabanda, anabilim dallarında, bölümlerde, fakültelerde oluşturulması. Karar süreçlerine üniversitenin tüm bileşenlerinin katılmasının sağlanması. Atamalarda kesin biçimde liyakatın temel alınması, kadro dağıtımlarının bilimsel, nesnel ölçütler ve ilgili bölümün ihtiyacı temel alınarak adil bir şekilde yapılması. Güvencesiz kadrolarda çalışmanın, taşeron çalışmanın kaldırılması. Öğrenciler için sosyal ve kültürel faaliyet alanlarının yaratılması. Kolların canlandırılması. Öğrenci Kültür Merkezi benzeri yapıların yeniden kurulması. Böyle başlardık herhalde. Tabii ki bu sürece yayılacaktı. Bunları gerçekleştirmek çok da zor değil aslında. Akademik ve idari kurulların düzenli toplanması, karar süreçlerine ilgili tüm kesimlerin katılması, orada alınan kararların uygulamaya geçirilmesinin sağlanması zor mu, örneğin? Merkezi, hiyerarşik bir yapı kurup ''En doğruyu ben bilirim, benim dediğim olacak!'' demedikten sonra seçim bildirgemizde yer verdiklerimizi yapmanın zor olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.                                                                                                                             
Atama sonrasında çok ses getiren, yani özellikle o günün akşamında sosyal medyada çok ses getiren öğrencilerin okulu terk etmeme eylemi olmuştu. Hatta siz de eylemin ilerleyen saatlerinde okula gelerek öğrencilerle birlikte okuldan çıkmıştınız. Yapılan bu eylemi ve bu eylemin medyadaki yansımasını, bu kadar ses getirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani Twitter'da bile trend topic listesinin en üst sırasında yer almıştı.                                                                                 
Öğrenciler bu sürece gerçekten sahip çıktılar. Bu karşılıklı olan bir durum aslında. Bizler, Demokratik Üniversite Girişimi olarak seçim konuşmalarımızda, bildirgelerimizde, öğrencileri merkeze alan eğitim anlayışımızı, öğrencilerin sosyal ve kültürel alanlarda kendilerini var etmelerine, kendilerini ilgilendiren konularda karar süreçlerine katılmalarına olanak sağlamaya dönük olan yaklaşımımızı açık olarak ifade ettik. Bunları hayata geçirmeye olan istekliliğimizi de aynı şekilde. Öğrenciler çeşitli eylemlerle bu sürece sahip çıktılar. O eylem de bunun bir göstergesiydi.
Herhalde bu rahatsızlığın ortaya çıkmasında fazlaca göze batan durum; sandık vurgusu yapılan bir ortamda sandıktan çıkan iradenin hiçe sayılması oldu..               
Evet, sandıktan çıkan bir irade gerçekten hiçe sayılmış oldu. Aslında şimdiye kadar böyle bir durum geniş toplum kesimlerince pek farkına varılmıyordu. Üniversitelerde kim atanıyordu, kim atanmıyordu? O yüzden de bu atama tüm toplumda adalet duygusunu zedeledi. Farklı birçok kesimden gelen geri bildirimlerde bu durum açık olarak ifade edildi. Edilmeye de devam ediliyor. Doğal olarak öğrenciler de bu sürecin tam merkezindeler. Ben o eylemi bir sahip çıkma eylemi olarak değerlendirdim. Öğrencilerin kendi tarzları içerisinde kendi etkinlik biçimleriyle gerçekleştirdikleri bir eylemdi. Oraya öğrencilerle konuşmaya geldiğimde verdiğim mesaj şuydu: “Ben size ne yapmanız gerektiğini söylemeye gelmedim. Sadece sizden bir değerlendirme yapmanızı isteyebilirim. Eylemin devam edip etmeyeceğine siz karar verirsiniz. Bu kararı verirseniz buradan birlikte çıkabiliriz ve birlikte güçlü bir mesaj vermiş oluruz.” Öğrenci arkadaşlar benim olmadığım bir ortamda aralarında tartıştılar, değerlendirdiler. Sonuç olarak da birlikte çıkma kararı aldılar. Benim açımdan oradan öğrencilerle birlikte çıkmanın birlikteliğe vurgu yapan sembolik bir anlamı vardı. O akşam sadece ben yoktum, başka öğretim üyesi arkadaşlarım da gelmişti, beraberdik. Öğrenciler ve öğretim üyeleri birlikte dışarı çıkmış olduk. Bunun bu şekliyle anlamlı bir mesaj olduğunu düşünüyorum.     
O gün, forum sırasında yaptığınız açıklamada bunun uzun soluklu bir mücadele süreci olduğunu ve bu işin bundan sonra öğrencilerle birlikte devam ettirileceğini söylemiştiniz. Peki bundan sonra Demokratik Üniversite Girişimi yapılan bu atama konusunda ne yapmayı düşünüyor?  
Biz her yerde söyledik: Bizim açımızdan ve birçok kesim açısından rektörün meşruiyetinin olmadığını.                                                                                 
Gayrımeşru ilan ettiniz.                                                                                
Biliyorsunuz ben bir önceki rektörlük seçiminde ikinci olduğumda diğer aşamalara katılmamıştım. Demokrasinin gereği olarak. Bu süreçte İstanbul Üniversitesi Demokratik Üniversite Girişimi olarak bu yaklaşımı diğer adaylardan da bekledik elbette. Daha önce de ifade ettiğim gibi, rektörlük seçimleri bize ulaştığımız bir aşamayı gösteriyor. Üniversite mücadelesi ise sürüyor. Bunu sürdürürken de öğrencilerle rektörlük seçim sürecinde kurduğumuz ilişki önemli bir kazanımımız olacaktır. Üniversiteye birlikte sahip çıkacağız ve seçim öncesine göre daha güçlü olarak mücadeleyi birlikte sürdüreceğiz.
Mahmut Ak'ın seçim sürecine değinmek istiyoruz. Şöyle örnekler vardı: Mahmut Ak'ın henüz rektör olarak atanmadan seçim süreci boyunca öğretim üyelerini toplayıp oy talep etmek ya da kendisine oy vermemeleri halinde kadro çıkartmamakla ya da yükseltmemekle tehdit etmesi gibi girişimleri olmuş. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?                                                     
Rektörlük seçim sürecinde kendinizi iktidara yakın olarak konumlandırmanız, atamanızın iktidarın tercihine bağlı olarak yapılması, yönetime geldiğinizde sizin de kadroları aynı yakınlıklar üzerinden belirlemenize neden oluyor. Bu durum bazı öğretim üyelerinde kadro beklentisi yaratırken, bazıları için ise kadroya alınmama tehlikesi ya da tehditi olarak yaşanabiliyor. Sonuçta, liyakat değil itaat temel alınıyor. Bir bilim insanının yönetimle ters düştüğünde bilimsel gelişiminin hiçe sayılması, bilimsel çalışmalarının dikkate alınmaması bu aslında. Bunlar demokratik, bilimsel bir ortama ait gelişmeler olmasa gerek. Aldığımız 1202 oy bu açıdan oldukça anlamlı. Bu sayı itaat ilişkisini reddeden öğretim üyelerinin hiç de az olmadığını gösteriyor ve geleceğe ilişkin ümit veriyor.                                                                                             
Rektörlük seçimi ve sonrasında yapılan bu atamayı normalleştiren,doğal karşılanmasını sağlayacak şu şekilde yorumlar yapılıyor: "2000'lerin başında Ahmet Necdet Sezer de seçilen kimi rektörleri atamıyordu. Şimdi iş tersine döndü." Bu yorumlar hakkında ne düşünüyorsunuz?                                                                        
Bir önceki seçimde Yunus Söylet en yüksek oyu almıştı. Rektör olarak en yüksek oy alanın atanmasının gerektiğini belirterek süreçten çekilmiştim. Sonuçta, o dönemde görüşlerini ve temsil ettiği değerleri yakın bulmadığım bir insanın rektörlüğünü, en yüksek oyu alması nedeniyle meşru gördüm. Bu tutumumun sorunuza yanıt olabileceğini düşünüyorum. Hangi koşullar altında olursak olalım, hangi iktidar başta olursa olsun aynı ölçütler geçerli olmalıdır. Buradaki ölçütümüz de seçimin sonucuna uymaktır. Dünyada bizde olduğu gibi seçim yapılıp da sonucuna bağlı kalınmayan bir üniversite yok. Ancak, daha önce de belirttiğim bir konuyu burada bir kez daha ifade etmek isterim. Rektörlük seçimlerinde üniversite bileşenlerinin tümünün oy hakkının olması gerektiğini, demokratik bir üniversiteyi ancak böyle kurabileceğimizi düşünüyoruz. Bu arada söylemem gereken bir şey daha var. O da YÖK'ün üniversitemizde 9-10 günlük bir sürede "baskın seçim" yapmış olması. Bizim 2012'den gelen birlikteliğimiz, mücadelemiz bu antidemokratik uygulamayı tersine çevirdi. Yoksa bu kadar kısa bir sürede nasıl bir seçim çalışması yapacaksınız? Kendinizi nasıl tanıtacaksınız? Görüşlerinizi nasıl aktaracaksınız? Buna karşın iktidara yakın olduğunuzda hemen her şey önünüze hazır olarak sunuluyor. Mahmut Ak'ın seçim çalışmalarındaki tutumunu o süreçte çok eleştirdik. Daha YÖK seçim takvimini belirlemeden, Mahmut Ak Siyasal Bilgiler ve Diş Hekimliği Fakültelerinin akademik kurullarına vekil rektör olarak katılmış ve böylece seçim çalışmalarına başlamıştı. Daha sonra bu çalışmalar, yine vekil rektör olarak kendini davet ettirdiği İstanbul Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinde ve ardından da diğer tüm fakültelerde yapıldı.
Hatta yapılan kimi etkinliklere İstanbul Üniversitesi'nin rektörü olarak davet ediliyordu..                                                                              
O tarz davetiyeler elimize geçti. Yanlışlıkla bastırıldığı söylendi. Ne derece inandırıcı bilmiyorum, siz değerlendirin. Ancak daha da önemlisi biraz önce belirttiğim, YÖK’ün 10 günlük bir seçim takvimi oluşturması ve vekil rektörün de bu süreçte akademik kurulları toplayarak kendini fakültelere davet ettirmesiydi. Bu arada akademik kurullar imza karşılığı toplanıyor. Aynı süreçte, sizin ise fakültelerde, yüksek okullarda akademisyenlerle buluşma ortamlarını bir hafta gibi bir sürede kendi olanaklarınızla oluşturmanız gerekiyordu. Yaratılan eşitsizliğe dikkatinizi çekerim.
Atamanın yapıldığı gün okulda sınavlar başlamadan birkaç gün önce ve ayrıca öğrenci yoğunluğunun en az olduğu perşembe gününün akşamı. Ayrıca öğrencilerin başka bir meşgaleyle uğraştığı bir gün. Çünkü birkaç güne sınavlarımız başlayacaktı.                                                   
Herhalde tepkilerden çekindikleri için yaptıkları bir şey olsa gerek.                    
Hocam Mahmut Ak atandıktan sonraki süreçte gerek akademi gerek öğrenciler "Benim rektörüm Raşit Tükel" diyerek Mahmut Ak'ı gayrımeşru ilan ettiler. Peki bundan sonraki süreçte Mahmut Ak'ın kaybettiği meşruluğu geri kazanabileceğini düşünüyor musunuz ve Mahmut Ak'ı nasıl bir rektörlük süreci bekliyor?                                                                                                                  
Bu kazanılacak bir şey değil. Sonuçta seçim olmuş, siz bu seçimde epey bir oy farkıyla 2. sırada yer almışsınız, buna karşın siz atanıyorsunuz. Meşruluk ancak seçimle kazanılabilir. Açık söylemek gerekirse seçim dışında meşruiyet kazanmanın başka bir yolu yok. O yüzden bu böyle kalacaktır, herkesin değerlendirmesi de bu yönde olacaktır.
Sorularımız bu kadar hocam, ilginize ve vakit ayırdığınız çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder