29 Ağustos 2014 Cuma

'Ben hasta bir adamım…Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben.'

Eren AKPINAR 

'Tüm yaşamımı pamuk ipliğine bağlar gibi tek bir sözcüğe bağlamamdan daha ciddi ne olabilir?' (Budala - syf.213)

Jülyen takvimine göre 11 Kasım'da bir bebek doğmuştur Moskova'da. Çocukluğunu sarhoş bir baba ve hasta bir anneyle geçiren, babasının doktoru olduğu hastaların hikayelerini dinlemeyi seven, sert disipliniyle tanınan Petersburg Mühendis Okulu'nda öğrenim gören, sinirli ve aşırı duyarlı bir yapıya sahip olduğu için arkadaşları tarafından 'Ateş Fedya' diye çağrılan, daha sonra babasının vefatı üzerine bu ölümü arzuladığı düşüncesi sebebiyle depresyona giren, sara nöbetlerinden ilkini bu evrede yaşayan, tüm bu süreçlerde bolca okuyan bir genç adam.

Hayatına dair söylenen birkaç cümleden sonra başlıktaki alıntının Dostoyevski'nin ağzından çıkmış olduğu söylense bunu kimse yadırgamaz. Çünkü Dostoyevski 'hasta' bir adamdır ve bu hastalık Yeraltından Notlar'ın baş kahramanı Yeraltı Adamı'nın beyan ettiği gibi ciğerlerinden değildir. Dostoyevski tek değil çoktur. Bir kişiliği değil kişilikleri vardır. Birinci Dostoyevski'nin sevinçle kabul ettiğini ikincisi hınçla reddeder, birincinin aşık olduğu kadını ikincisi öldürmek ister. Tıpkı Yeraltı Adamı gibi. O da bir kadını yardım edeceğini söyleyerek eve çağırmış sonra da bundan pişmanlık duyan başka bir kişiye dönüşmemiş miydi?

Dostoyevski kişileriyle yaşamakla kalmaz onları bir de roman satırlarına döker. Onun kişileri hem bir kahraman hem de anti-kahraman özelliği gösterir. Karakterlerinin bu birbirini tutmaz davranışları daha sonra edebiyatçılarca bir egzistansiyalist olarak anılmasına neden olur. Ama bana kalırsa işin aslı sadece bir edebi teknik meselesi değildir. Dostoyevski bir delidir, deli bir dahi. Romanlarında insanların en kuytu yerlerde sakladığı saldırganlığı ortaya serer, daha sonra kutsal bilinen ne varsa bu saldırganlığın karşısına diker ve kişilerde cereyan eden bir savaş başlatır hep. Kişiyi bölmediği yerde bir kahramanın karşısına bir anti-kahraman yerleştirir; kimin iyi kimin kötü, kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermeye çalışan okuyucu her zaman Dostoyevski'nin her bir taşını ustaca döşediği bu labirentin içinde kaybolur. Hiç kimsenin içinden çıkamayacağı bir labirenti inşa edebilmesini ise kendisinin de bu labirentte kayboluşuna borçludur. Bu 'kayıp'lık da onu diğer yazarlardan ayıran en önemli özelliklerinden biridir.

Hayatı boyunca inançla inançsızlık, devrimcilikle muhafazakarlık arasında devinen Dostoyevski roman malzemesi bulmakta hiç zorlanmaz. Onun malzemesi kendisidir, kendi zihnidir. Bir düşünce kanserine tutulmuş gibidir, keskin çığlıklarla döker sözcüklere hasta zihnini. Üstün insanlara dair düşüncelerini Raskolnikov'un baltasında somutlaştırır ve onu bir 'parazit'in boynuna savurur ardından bir papazmış gibi yine Raskolnikov'u bir vicdan muhasebesine sürükleyerek suçunu itiraf etmeye zorlar. Yine başka bir romanı Ecinniler'de üstün niteliklerle bir Stavrogin verir okuyucunun eline, arkasından Stavrogin'ni bir çocuğa tecavüz ettirir ve okuyucunun onu yargılamasını ister. Bu iki romanda yargılanan yalnızca Raskolnikov ve Stavrogin'in kendileri değildir. Dostoyevski için de bir günah çıkarmadır bu. Bu itirafı ise ellili yaşlarında eşi Anna Snitkiyana'ya "Sanki bir suç işlemişim gibi bir çeşit sebepsiz hüzün ve keder içindeyim" cümlesiyle yapar romanlarındaki günahkar karakterleri kastederek.

Kumarbaz romanında da kişiliklerinden birini düşürür sayfalara Dostoyevski. Bu kez adı Aleskey İvanoviç olmuştur. Adı değişmiştir ama tutku, çelişki ve çatışmaları hep aynı kalmıştır. Kendisi de bir kumarbaz olan Dostoyevski belki yine ortodoks kilisesinin karanlık gölgesinden ürkerek Aleksey İvonoviç'e kumarda pek çok kere kaybettirmiş, romanın sonunda yüklü bir miktar kazandırmışsa da o parayla mutlu olmasına izin vermemiş, aşık olduğu Polina'yı perişan bir halde çıkartmıştır Aleksey'in gözlerinin önüne.

Budala romanında İsa yine Dostoyevski'nin yakasını bırakmamıştır. Bütün bir Hristiyanlık düşüncesi Mişkin'in bedenine sokulmuştur. Artık konuşan sadece Mişkin değil Dostoyevski'nin Hristiyan yanı dahası İsa'nın ta kendisidir adeta. Dostoyevski'nin romanı yine durgun bir deniz olarak kalmamış, daha en başında romanın Mişkin'in tam karşısına inançsızlığıyla Rogojin'i dikmiş ve bir tufana boğmuştur denizini. Mişkin ne kadar safsa Rogojin o kadar kurnaz, Mişkin ne kadar sevecense Rogojin o kadar öfkelidir. İkisi de Nastasya Filipovna'ya aşıktır ama Mişkin'inki biraz uhrevi Rogojin'inki ise çokça fanidir. Romanın başında bu iki karakterın yan yana olması yetmez Dostoyevski'ye, romanın sonunda da ikisini yan yana oturtur. Ancak bu buluşma epeyce trajiktir. Rogojin aşık olduğu Nastasya'yı öldürmüş, Mişkin aşık olduğu kadını öldüren Rogojine sarılmış durumdadır. Gözyaşları ikisi içinde bir kutsal su olur yanaklarında ama bu hiçbir şeyi bir çözüme kavuşturmaz. Bir eli Dostoyevski'nin başına bir silah doğrulturken diğeri bir çiçek uzatıyordur sanki ya da bir elinin tokatladığı çehreyi diğeri usulca okşuyor gibidir.

Dostoyevksi labirentte kaybolan bir labirent mimarı, masum bir günahkar, inançsız bir inançlı, muhafazakar bir devrimcidir. Tüm insanların içinde var olan 'armageddon'u en derinden yaşayanlardan ve en etkili kaleme alan yazarlardandır. Başta kendi zihni olmak üzere tüm insanların zihnini bir cerrah gibi masaya yatırmış ve tüm iltihaplı organları kalemiyle ortaya dökmüştür. Kumarbaz'daki Aleksey'den daha riskli bir kumara girişmiş, masaya binlerce ruble yerine onlarca kişilik sürmüş ve bilyenin yuvarlanışına isterik bir gülümsemeyle eşlik etmiştir. Peki Dostoyevski bu oyunu kazanmış mıdır ? Belki...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder