26 Mayıs 2013 Pazar

An'ı Yaşamak

Büşra KILIÇ


Zaman ve mekandan münezzeh saydığımız Tanrı dışında hiç birimiz zamansızlığa, hiçliğe, durağanlığa ulaşamadık. Önceliklerimiz olduğu andan itibaren, sonraya bıraktığımız her şey zamanın yarattığı ürünler. İlk önce zaman yaratıldı ve zamana dair kelimeler kullanmadan cümle kuramıyoruz bile. Zaman hep vardı ve belki de dünya yok olduktan sonra da var olmaya devam edecek. Varlığında mütabık olsak da zamanın bize yansıyışı göreli ve zafiyet derecesinde takıntı oluşturan bir yansıma. Öyle bir takıntı ki; havada asılı kalmış “an”ın hipnozu bizi çepeçevre sarmalıyor, dünü ya da yarını düşünmüyoruz. Sanki yazdığım yazı, oturduğum sandalye, içtiğim soda, dinlediğim şarkı hep varmış ve hep var olmaya devam edecekmiş gibi. Ve sanki okuduğunuz kelimeler, cümleler ve nihayetinde yazının bütünü hep varmış ve var olmaya devam edecekmiş gibi.

Bir saniyeyi düşünün. Cümleyi okumak ve düşünmek bir saniyeden uzun sürdü. Elinizde bomba var ve bir saniyeye ayarlı diyelim. Bombayı imha etmeye mi çalışırsınız, dua etmeye mi? Hangisi daha mümkün geliyor? Bir saniyede gözünüzü açıp kapatabilirsiniz ya da karşıdan karşıya geçerken bir araba tarafından ezilebilirsiniz. Yıllarla karşılaştırınca çok abuk bir zaman birimi gibi geliyor. Ama aslında takılı kalınan uzun bir andan bahsediyorum. Her an bir salise olsa, bir saniyede altmış tane an yaşayabiliriz. Bu altmış anda sesler duyabilir, insanlar görebilir ve farklı düşünceleri beyninizde döndürmeye başlayabilirsiniz.

Her saniyenin bir hikaye olabileceği fikrine, Fransız yazar Pierre Charras’ın “On Dokuz Saniye” adlı kitabını okuduktan sonra kapıldım. Kitapta her bir saniyede, metrodaki farklı insanların oradaki var oluş nedenleri hatta kendilerini sorgulayışları aktarılmış. Konunun çıkış noktası, yıpranan ilişkilerini kurtarmak adına bir oyun tasarlayan bir çiftin, 17.43 metrosunda Nation Durağı’nda buluşmak için sözleşmesi. Metro tam o saatte tam o durakta durduktan on dokuz saniye sonra kapıları kapanacak ve durakta bekleyen Gabriel, eşi Sandrine metronun içinden on dokuz saniye içinde inmezse terk edilmiş olacak. On dokuz uzun saniyede Gabriel ve Sandrine’nin aşklarını sorgulaması, tedirgin bir suçlunun iç konuşmaları, dertsiz tasasız bir şekilde metroya gelmiş insanların koşuşturmaları vardı. Ve okurken her bir saniyenin uzunluğuna şaşırmadan, anlarda takılı kaldım.

Bu kitabın ne başı ne de sonu önemli. Kitap zaten anların toplamı. Sonunu merak ettiğiniz için değil, o anda ne olduğunu merak ettiğiniz için okuyorsunuz. Kitabın sonunda metroda patlama oluyor. Ölümler ve zamanın bitişi…

Trajik sonu soğukkanlılıkla karşılatan şey aslında an. Tatlı bir uyuşukluk yaratıyor. O an ne hissediyorsan evrende sadece o var. Acı da mutluluk da ölüm de yaşam da “an”dan ibaret. İstediğimiz an’ı bir kitapla, düşünceyle, bir bakışla yakalayabilirsek ne mutlu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder