22 Şubat 2013 Cuma

Tanrıcılık Oynamak

Sevinç Ödül PATIR

Bilgisayarla, internetle, bilgisayar oyunlarıyla az çok haşır neşir olan herkes bilir. The Sims. Nam-ı diğer tanrıcılık oyunu. Bir simülasyon oyunu olarak Sims tüm dünyayı senelerdir kasıp kavurmuştur. Açıkçası artık oyunu oynamaya başladığım günleri hatırlayamıyorum. Küçük bir anı var sadece aklımda: o da; oyunun ilk eklenti paketinin çıkacağını bir bilgisayar dergisinde görüp hevesle beklemem ve onu alması için abime para vermem. O’nun da oyunu alıp; getirip yüklemesi ama benden önce oynaması…

The Sims farklıydı. Oyunda bir insan ya da bir aile yaratabilirdiniz. Arka arkaya çıkan eklenti paketleriyle evcil hayvanınız oldu, tatile gidebildiniz, kartopu savaşı yapabildiniz, süper star olabildiniz, yeri geldi süper star şehrinde Avril Lavigne, Marilyn Monroe gibi ünlülerle karşılaştınız, kariyer sahibi ya da çocuk sahibi oldunuz, hatta farklı bir dünya kapısı açarak sihirler, büyüler yapabildiğiniz bir hayatınız oldu. Bir ev, bir iş, belki bir havuz ya da sadece bir basket potası, iskeletten bir hizmetçi, ya da pizza servisi… Kısacası normal hayatınızda olmasını istediğiniz ya da olabilecek bir sürü şeye sahiptiniz. 

Oyun çok sevildi. Devamı geldi. The Sims 2. O dönemdeki bilgisayarımın eski olmasından dolayı oyunu pek fazla oynayabildim diyemem. Ama daha farklı ve merak uyandırıcıydı. 3 boyutluydu. Artık tüm şehri görebilirdiniz. Komşularınızın evlerine gidebilirdiniz. Bebekler birden bire beşikten insan formuna geçmeyip yerde emekleyebilirlerdi gibi pek çok ayrıntı eklenmişti. Ama en önemli ayrıntı insanları kendinizin yaratabilmesiydi. Belli başlı insan suratlarından birini seçme zorunluluğunun aksine artık istediğiniz şekilde ve biçimde insanları suratlarını, kilolarını, saç şekillerini, göz renklerini her şeylerine karar verebilirdiniz. İşte bu artık oyunun tamamen fenomen olmasını sağladı bana sorarsanız.

Yaratmak!

Elimize kalem alıp saçma sapan bir şeyler karaladığımızda bile bir şey yaratmış olma hissine kapılıyorken; düşünün ki bütün genetiğini ayarlayabildiğiniz, karakterini belirleyebildiğiniz, istediğinizde yemek yiyen, istediğinizde uyuyan, isterseniz tatile çıkan, isterseniz farklı ülkelere gidip maceradan maceraya koşan, belki sevgili Pat Benatar’ın dediği gibi bir heartbreaker olan belki de hayalet avcısı olup oradan oraya savrulan, iş yerlerine ortak olup oturduğu yerden para kazanabilecekken bir taraftan da dedektiflik yapan insanlar var. Kontrol tamamen sizin elinizde… Hayalinizdeki evi yaratıp içinde yaşayabilirsiniz. At besleyebilirsiniz. Unicorn (tek boynuzlu at) bulabilirsiniz. Her şey sizin elinizde…

Düşünebiliyor musunuz? Her şeyin sizin elinizde olduğu bir dünya… İnsanın ölmesinden, yaşamasından, mutluluğundan, mutsuzluğundan, şişmanlığından, yoksulluğundan tamamen sorumlu olduğunuz bir dünya! Böyle bir oyunu oynarken kim kendini tanrı gibi hissetmez ki? Ve sonra oyunu kapattığı anda yaşamaya çalışması gerektiğini fark edince bir insan neden o oyunu bıraksın ki? Bir tarafta en güçlüyken diğer tarafta belki de bizler birisinin Sims karakteriyizdir.

Kendimi bildim bileli bu oyunu oynamayı seviyorum. Kendimi bildim bileli bu oyunu oynuyorum. Ama kendimi bildim bileli şunu da düşünüyorum: ya bende birinin, birilerinin, bilgisayarı içindeki bir Sims karakteriysem. Ya tek bir tuşa tıklayarak beni yönetebilen birisi varsa ve sürekli oturup beni izliyor ve eğleniyorsa?

Siz bu soruya ne cevap verirsiniz bilmem ama ben içten içe bunun doğruluğundan korkuyorum.


2 yorum:

  1. The Sims karakterleriyle, insanoğlunun arasındaki fark elbette “akıl”. Onları bizim yönettiğimiz doğru, fakat bizi yöneten kimse yok. Elimizde bir rehberle, kafamızda bir beyinle kendi yolumuzu kendimiz çiziyoruz. Daha şanslıyız sanırım onlara göre :)

    YanıtlaSil
  2. Birilerinin oyunundan ziyade. Tanrının kurgusu, Adem ile havvanın rüyasından ibaretiz. Oyundan, Matrixten öte bir şey, aklımızın eremeyeceği kadar. Gerçek dünya yaşadığın değil sonrasında gideceğindir.

    YanıtlaSil